Siyasetten Ne Öğrenebiliriz?
Batılıların deyimiyle politika, bizim içinde bulunduğumuz İslam kültür havzasının deyimiyle siyaset, yaşamın hemen her alanını atmosfer gibi saran bir olgudur.
Anlamlı yaşamı arayan okuyucunun siyasetle ilgili ilk bilmesi gereken şudur: Siyasi sistemler herkesin katılmasıyla da, kimsenin katılmamasıyla da çöker. O yüzden insanları “Siyasetle ilgilenmiyor.” diye suçlamadan vazgeçilmesi gerekir.
Siyaset, realistler için ise sürekli güç mücadelesinin yaşandığı, birilerinin durmaksızın alt edilmesi gereken bir mücadele alanı. Ünlü siyaset bilimci Hobbes’un deyimiyle “İnsan, insanın kurdu.” Siyaset, realist perspektiften herkesin herkese savaşı. Realistler için insanın içgüdüleri doğrultusunda ilerlediği, akıl yerine sınırsız güç arzusu gibi içgüdülerin daha hakim olduğu, tarihin, savaşların ve güç mücadelelerinin sürekli tekrar ettiği bir alan.
Siyaset, idealistler için ise iyi yaşamı arama sanatıdır. İnsan aklına, işbirliğine, kurumlara güven. Geçmişten ders alma, aynı hataları tekrarlamadan geleceği barışçıl bir biçimde inşa etmeye çalışma.
İşte aslında siyaset, insanın doğasına bu bakış açılarıyla şekilleniyor. Bir siyasetçiyi, bir siyaset bilimciyi, hatta sıradan bir insanı anlamak için yapılması gereken insan doğasını nasıl anladığına bakmak. “İnsan doğası işbirliğine yatkın mı, değil mi? İnsan aklına güvenilir mi, güvenilmez mi? Kurumlara güvenilir mi, güvenilmez mi?” gibi sorulara kişilerin vereceği cevaplar aslında yaşama bakışını belirler.
Bunlar siyaseti algılarken bize ana çerçeveyi sunuyor. Bunun ardından ise hayatı anlamlandırmamızı sağlayan değerler seti, diğer deyişle ideolojiler geliyor. Tüm ideolojiler aslında aşağıdaki çizgi üzerinde bir yerde.
Özgürlük Eşitlik
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bütün ideolojileri burada bir yere koyabilirsiniz. Şunu unutmadan tabi: “Çok fazla eşitlik isteği özgürlüğe zarar verir. Çok fazla özgürlük isteği eşitliğe zarar verir.”
Genel anlamda sağ siyaset özgürlüğe - liberal politikalara eğilimlidir. Bu yüzden liberal-özgürlükçü politikaları benimser. Sol siyaset ise eşitliğe eğilimlidir. Sağ siyasetin uluslararası politikaya yansıması daha fazla güç vurgusu iken, sol siyasetin vurguları barış ve halkların kardeşliğidir. Söylemdeki bu vurgular, siyasetçinin koltuğa oturmasıyla değişir. Ne sadece kaba güçle ilerlenir, ne de duygusal halkların kardeşliği ve barış söylemleri ile. Koltuklar değiştirir.
Örneğin komünizm tüm insanların eşitliğini savunur. Herkesin eşit olması, kimsenin özgür olmamasına neden olmuştur. George Orwell’in meşhur 1984 kitabı tam da bunu anlatır. Çok fazla özgürlük isteği ise eşitliğe zarar verir. Örneğin anarko-kapitalistlerin savunduğu, otoritenin olmadığı, herkesin bireyci bir dünyada istediği kadar çalıştığı ve kazandığı bir dünyada vergi olmaz, eşitleyici mekanizmalar kurulamaz.
Sevindirici olan bu uç dünyaları arzulayan insanların sayısının çok az olması. Bu çizgi üzerinde ortaya en yakın sistemleri kuran devletler en değerlileri.
Bizim de arayışımız aslında bu açıklayıcı çerçevenin üzerine bazı önermeler inşa etmeye çalışmak. Bu önermemiz temsil düzeyi, katılımcılık ve bunların çevresel sürdürülebilirlik ve yerel topluluklar üzerine etkisini ele alacak.
Temsil düzeyindeki önermemize geçmeden önce modern kitle siyasetinin yükselişini anlamamız gerekli. Geleneksel dünyada egemenliğin Allah’tan geldiğine inanılır, yöneticiler kendilerini böyle meşrulaştırırdı. Bugünkü anlamda toprağa dayalı devlet anlayışı zayıftı. Bunun yerine, yıllık vergisini ve askerini göndermesi karşılığında egemenlik altındaki topluluklara karışılmayan bir yapı vardı. Örneğin modern devletin kültür ve dil politikası gibi bir yaklaşım geleneksel toplumda yoktu. Egemenlik Tanrı’dan geldiği için sorgulanmaz, egemenlik altındaki toplulukların da herhangi bir temsil talebi olmazdı.
Önce matbaa çıktı ve ruhban sınıfının bilgi tekelini ortadan kaldırdı. Ortaçağda bir kitabın kaliteli bir ev fiyatına olduğunu modern okur gözden kaçırabilir ama bu böyleydi. Matbaalar haritaları ve kitapları basınca geleneksel yapılar sorgulanmaya, milliyetçiliğe ve kapitalizmin motoru olan reklamların oluşmasına yol açacak gelişmeler yaşanmaya başladı. Artık toplumdaki insanlar kendilerini belirli sınırlar içindeki diğer kişilerle aynı kaderi paylaşan kimseler olarak düşünmeye başladı. Millet, Ernest Renan’ın deyimiyle her gün yenilenen bir halk oylamasına dönüşmüştü. Artık ulus-devletler çağı başlamıştı. Devletler toprağa dayalı, sınırları belirli yapılar haline gelmeye başladı. Geleneksel toplumda vergi için temsil talebi olmazken, artık vergi vermenin önkoşulu temsil olmaya başladı. Devletin vatandaşının cebinde elini gezdirebilmesi için vatandaşın temsilcileri seçmesi gerekiyordu. Bunun olmadığı toplumlarda Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi gibi devrimler ortaya çıkıyordu. Geleneksel toplumdaki ihtiyar heyeti benzeri yapılar etkisizleşmeye, siyasetin doğrudan temsil niteliğinin yerini dolaylı temsil almaya başladı.
Milliyetçiliğin modernleştirici rolü genelde atlanır. Modernleşmeyi kutsallaştırdığımız pencereden bakarsak, milliyetçilik çok önemlidir. Burada atladığımız nokta ise, eskiden toplulukların kendilerini etkileyen kararları doğrudan köy heyeti gibi toplantılarda vermesi iken, yeni ortaya çıkan milliyetçiliğin dünyasında toplumu ilgilendiren kararları artık seçtikleri milletvekilleri alıyor. Bu durum insanlığın binlerce yıllık yerinden yönetim geleneklerinin yıkılmasını beraberinde getirdi. Artık doğrudan yönetim yerine dolaylı yönetim vardı. Dolaylı yönetimin atadığı bürokratlar, bürolarından yereldeki sorunlar üzerine karar alıyor, suların yönünü değiştiriyor, kültür ve dil politikalarına kadar birçok noktada yereldeki topluluğun hayatına karışıyordu. İnsanlığın yarattığı en gelişmiş yapılar olan diller, yine insanlığın yarattığı en gelişmiş makineler olan devletler tarafından asimile ediliyor, yerel bilgi ve kültür havzaları eriyordu. Ekoloji, çevre ve sosyal konular da artık modern devletin hızlı cenderesinde yerini almıştı.
Temsili demokrasinin birçok yararı elbette var ama bizim için zararlarını ele almak ve sürdürülebilir bir dünya yaratılması için doğrudan demokrasinin olanaklarını tartışmak daha önemli. Temsili demokrasi bugün insanın çevresine yabancılaşmasının en önemli nedenlerinden biri. Bu yönetim türü yolsuzluk, kayırmacılık, kötü yönetim gibi birçok unsuru içinde barındırıyor. Bunun en önemli nedeni insanın doğasıyla ilgili. Geleneksel toplumda insan her gün yüz yüze baktığı insanlara karşı bu kadar rahat davranıp, yolsuzluk, suç, vb. eylemlere girişemez. Hatta geleneksel toplumda statü, zengin insanların sürekli yeme-içme gibi hayır etkinlikleri düzenlemesi ile elde edilir. Kızılderililerin potlaçları bunun en meşhurudur. Bugün ise statü, tükettiğimiz metalarla kurduğumuz insan ilişkileri ile elde ediliyor. Hareketliliğe ve yüzeysel ilişkilere dayalı kapitalist sistemde önceki dönemlerde insanları birbirine bağlayan, çevreyi koruyan geleneksel ilişki ağının kopması ve temsili demokrasiye geçişle bu tarz eylemlerin önündeki engeller kırılması bugün karşı karşıya kaldığımız ahlaki yozlaşmanın en önemli nedenlerinden birisi.
Temsili demokrasinin diğer bir sıkıntısı ise, milletin seçtiği temsilcilerin belirlediği iktidarın yaptığı atamalar neticesinde oluşan bürokrasinin, yerel kaynakları ve sınırları dikkate almadan kararlar alması ve uygulamasıdır. Bürokrasi zaten kelime anlamıyla bir bürodan ülkeyi yönetmektir. Alınan kararların yereldeki sürdürülebilirliğe olumsuz etkisini bürosunda oturan bir bürokratın düşünebilmesi çok zordur. Büyük ölçekli - makro bakış açısıyla temsili demokrasilerin modern ekonomi ve siyasetin gerekleri doğrultusunda hızlı kararlar alabildikleri görülür. Bunun yerel topluluklara ve kaynakların sürdürülebilirliğine etkisi bu verim ve hız sayesinde dikkatlerden kaçar.
Yerel yapıların siyaset sahnesinde güçlü olması demek, merkezi iktidarın gücünü kısıtlamak, otoriterliğe kaymasını engellemek, denge ve denetleme mekanizmaları oluşturmak demektir. Bugün gelişmiş ülkelerde kamu kaynaklarının kabaca yarısı merkezi idarenin diğer yarısı ise yerel yönetimlerin elindedir. Ülkemizde ise kamu kaynaklarının kabaca %85’i merkezi iktidarın, %15’i ise yerel yönetimlerin denetimindedir. Bu rakamlarla ülkemizde yerel yapıların güçlü olduğunu söylemek zordur. Bu durumun demokrasinin kalitesinden çevrenin sürdürülebilirliğine kadar birçok alanda olumsuz etkisi vardır. Kanal İstanbul projesi özelinde İstanbul’da yaşanan tartışmalar da buna en güzel örneklerden biridir.
Modern siyasetin temsil edilen alanın büyüklüğünün de sorunlu olduğu görülmekte. Bu kadar büyük alanların temsilinin dünyaya daha fazla hiyerarşi veya savaş getirdiği de su götürmez bir gerçek. Bunun da nedeni toprağa dayalı örgütlenme modellerinin doğasından kaynaklanıyor. Biz bugün toprağa dayalı örgütlenmeden başka bir devlet örgütlenmesi düşünemiyoruz. Toprağa dayalı devletler siyasi ve askeri kontrolün peşinde koşar. Şehir devletleri ise ekonomik, siyasi ve kültürel arzularını gerçekleştirme peşindedir. Tarihte toprağa dayalı devlet anlayışı vardı ama bugünküne göre zayıftı. Modernleşme ile daha da güçlendi.
Peki neden şehir devletleri tarihin bir döneminde geride kaldı ve şimdi güçleniyor? Modern siyasetin tarihteki refah ve özgürlükle yoğrulmuş şehir devlet geleneklerinden farklılaştığı görülür. Ortaçağda “Kent havası özgürleştirir.” denilirdi. Şehir devletleri gerek Antik Yunan’da gerekse Ortaçağ İtalya’sında refah, ihtişam, özgürlük demekti. Bu devletlerde genel olarak oy kullanma herkesi kapsamasa da, gelişmiş danışma ağları oluşmuştu. Yüz yüze iletişimin kolaylığı ve boyutlarının küçüklüğü bu devletlerin başarılı bir şekilde örgütlenmelerini beraberinde getirmişti. Şehir devletleri tarih boyunca hoşgörülü ve katılımcıydı. Katılımcılık bu devletlerin varlık nedeni gibiydi. Bu şehir devletleri toprağa değil, refaha dayalıydı. Ticaret ve bunun getirdiği refah varsa devlet vardı. Ekonomik gelişme, yenilikçilik ve servet biriktirme şehir devletlerinde toprağa dayalı devletlerden çok daha ileriydi.
Şehir devletlerinin tarihlerine bakıldığında da toprağa dayalı devletlere göre daha barışçıl olduğu görülüyor. Barışçı olmasının nedeni belli. Ticaretin sürdürülmesi gerekli. Savaşlar ticareti büyük ölçekli kesintilere uğratır. Dolayısıyla katılımcı karar almayla şekillenen şehir devletlerinin vatandaşın refahını pahasına savaşlara gitmesi daha az olasıdır. Ayrıca büyük ölçekli kaynakları kullanamayacak olması da şehir devletlerini savaşlara yönelme konusunda çekimser kılar. İsviçre’nin Avrupa’nın ortasındaki tarafsız statüsü bunun en önemli göstergesidir. İsviçrelilerin bir atasözü aslında bu yapıları çok güzel özetliyor: “Para yoksa, İsviçre yok”. Dünyanın diğer kısımlarında da şehir devletleri kıtasal ticaretin ağları olarak yükselmeye başlıyor.
Bugün de şehir devletleri az da olsa var ama giderek güçleniyor. Bizim buradaki yerimiz ne? Bu güçlenen yapı üzerine kaçımız düşünüyoruz? Açıkçası bu soruları soran etrafımızda pek kişi yok. Dünyayı hala 19. Yüzyıl milliyetçiliğiyle açıklamaya çalışan birçok kişi ve kuram piyasada. Aslında Hong Kong’da, Tayvan’da, Singapur’da, Dubai’de, Kuveyt’te ve kıtasal ağ olan birçok ticaret şehri ile toprağa dayalı devletlerin yoğun bir çekişmesi var. Gelecek ticaret devletlerinden yana ama toprağa dayalı geleneksel yapılar buna direnmeye çalışıyor. Nereye kadar direnebileceklerini ise zaman gösterecek.
Anlamlı yaşamı arayan bizlerin katılımcı, yerel ihtiyaçlara, çevreye ve topluluklara duyarlı, hiyerarşi karşıtı, sorumlu ve hesap veren bir siyaset anlayışını arzulamamız, buna ilişkin yapıları savunmamız gereklidir.
Bu yazı, Sosyal Garaj Dönüşüm Öncüsü Abdullah OSKAY tarafından yazılmıştır.
Yorumlar
Yorum Ekle