Gönüllülükten Ne Öğrenebiliriz?

Gönüllülükten Ne Öğrenebiliriz?

Dünyadaki insanların büyük çoğunluğu dünyanın daha iyi bir yer olması için çalışmaya hazır. Bunu yaparken sadece kendisini ve ailesini düşünmek de aklından bile geçmiyor. Dünyanın gerikalanını düşünüyor, onlarla empati kuruyor ve olumlu yönde değiştirmek istiyor. İnsanların gönüllü olmak için bu hazır bulunuşluğu varken, neden hala bu gönüllülerin çok ama çok azı enerjilerini gönüllü çalışmalara vakfedebiliyor?

İnsanların birçoğu artık daha çok para kazanmanın, daha fazla tüketmenin, daha fazla seyahat etmenin kendisini mutlu etmeyeceğini söylüyor. Yapılan çalışmalar haz toplumunun yavaş yavaş sonuna gelindiğini gösteriyor. Toplumun durumu böyleyken neden hala çok az kişi gönüllü? Neyi yanlış kurguluyoruz? Bu sorulara vereceğimiz nitelikli yanıtlar geleceğimizi şekillendirecek ama farkında değiliz.

İlk önce gönüllülüğün, yardımlaşmanın, dayanışmanın tarihine bakmak ve gönüllülüğü sadece modern dünyanın bir parçası gibi algıladığımız hatalı bakış açısından sıyrılmak gerekli. Gönüllülük tarih boyunca var. Evrimci biyologlar artık kesin bir şekilde ispat etti: “İnsan doğası gereği çatışmadan çok işbirliğine eğilimli.” İnsanı özel kılan yapabildiği işbirlikleri. Tek başına bir insan, doğa karşısında ne kadar yalnız kalırdı. Bir aslanın karşısında tek başına bir insanın şansı yok. Durum böyleyken bize kapitalist amentüler içinde sadece rekabet ederek hayatta kalacağımız anlatılıyor.

Kapitalizme göre insanlar, gruplar, sivil toplum örgütleri, devletler herkes rekabet etmeli. Rekabet yaşamın kaynağı, doğanın oksijeni gibi görülüyor. Tarih bunun böyle olmadığını hem de yazılı kaynaklarla sunuyor. Geleneksel dünyada örneğin zenginler statü elde etmek için gönüllü bir şekilde servetini toplu yemekler, şölenler gibi eylemlerle dağıtıyor. Kızılderilerilerin çok bilinen “potlaç”ları bunların en güzel örneği. Bizim toplumumuzdaki imece mesela köylülerin dayanışmasını buyuruyor. Bunun gibi birçok geleneksel uygulama, paylaşmayı, yardımlaşmayı, gönüllülüğü teşvik ediyor.

Gönüllüğü modern bir kavram ve duruş, sanayileşmenin ve makineleşmenin sonrasında insana kalan bolca vaktin değerlendirildiği orta sınıf hobileri gibi görme yanlışlığı bizi tarihsel bağlamdan koparmasıyla hatalı. Modern rekabetçi amentülere karşı anlamlı yaşamın arayan insanın güçlü duruşu tarihten, evrimden, biyolojiden, antropolojiden gelmeli.

Tarihsel perspektifte gönüllülüğün, yardımlaşmanın, dayanışmanın durumu olumlu bir şekilde bulunuyorsa, modern dünyada insanların gönüllü olmak, dayanışmak, yardımlaşmak istemesine rağmen bunu çok az kişinin yapabilmesinin önündeki engelleri anlamamız gerekli. Bunu anladığımız sürece kimleri suçlayıp, kimleri göreve çağırabileceğimizi biliriz.

İlk önce devlete bakmak lazım. Geleneksel dünyada devletler oldukça küçük mekanizmalar. Çok geriye gitmeye gerek yok. II. Abdülhamit 1876 yılında göreve başladığında Osmanlı bürokrasisi 1.500 memurdan oluşur iken, 1909 yılında bıraktığında bu rakam 100 bin olmuştur. Buradan çıkarılacak hususlar bellidir. Geleneksel toplum daha az hiyerarşik, aşağıdan yukarıya örgütlenmeye eğilimlidir. Devlet, vergisini aldığı sürece geleneksel örgütlenme modellerine karışmaz. Bürokrasi ve yazı neredeyse geleneksel toplumlara uğramaz bile. Toplum kendi sorunlarını kendisi çözmeye çalışır. Devlet modernleştikçe geleneksel örgütlenmelerin her anlamda yerini almaya başlamış, geleneksel toplumun kolektivizme dayalı sözle oluşturulmuş dayanışmacı kurallarının yerini yazılı kurallar almaya başlamıştır. Meralar örneğin tarih boyunca köylülerin ortak yazılı olmayan değerleriyle korunuyorken, artık bir Mera Kanunumuz var.

Dayanışmacı ağlarla örülü kolektivist toplumdan modern topluma geçişle birlikte tarihte var olan gönüllülük alanının düzenlenmesinde ise diğer birçok alanın aksine oldukça geç kalınmıştır. Bizim gibi ülkelerde gönüllülüğün kanunu bile henüz yoktur. Eğitim sisteminde ve ailede dayanışma yerine rekabete ilişkin değerlerin yüklemesi vardır. Gönüllülüğe ilişkin herhangi bir ders veya müfredat yoktur. Bu eksiklik o kadar kronik bir şekilde hissedilir ki, çalıştırdığı gönüllü için SGK primini ödemedi diye cezalandırılan sivil toplum örgütleri bile vardır.

Devletin bu durumdan kendine çıkarması gereken dersler var. Toplum, liberalizmin öngördüğü gibi atomize olmuş birbirinden kopuk bireylerden oluşan bir yapı değil. Toplum değerlerle birarada tutulabilen, toplum denildiğinde bile insanların zihninde yardım, dayanışma gibi duygusal imgelemelerin oluştuğu bir alandır. Devletlerin toplumların tutkalı dediğimiz toplumsal sermayeyi geliştirmesi, sağcısı, solcusu, zengini, fakiri aynı hedefe kitleyebilen gönüllü topluluklarını desteklemesi gerekli. Bunun için mevzuatlar oluşturması, Gönüllülük Daire Başkanlığı gibi yapılar kurması, siyasilerin gönüllülüğü sahiplenmesi, toplumun gönüllü yapılardan korkmaması, gönüllü çalışanların başına iş gelmesinden çekinmeyeceği yapıların kurgulanması lazım.

Şirketler de gönüllülüğün geliştirilmesinden en az devletler kadar sorumlu. Geleneksel ekonomi modellerini bugün şirket diye bildiğimiz yapılar yıktı. İnsanlar arası güven ve dayanışma ilişkilerinin yerini borsalar aracılığıyla yatırımcılar aldı. Bu durum ekonomik büyümeyi hızlandırdı ama geçmiş binlerce yılın bilgeliğini tamamen yok saydı. Meraları koruyan söze dayalı geleneksel yapılar artık yok. Kamu yararını sağladığını iddia eden devletler de şirketlerin lobi etkisine çok açık. Şirketlere sorumluluğunu hatırlatmamız gerekli o zaman.

Pozitif dönüşüm için şirketlerin de yapabilecekleri birçok katkı var. Yalnızca para vermekten öteye geçmek lazım artık. Veya gönüllülerimizle birlikte şu sivil toplum örgütü için koşuyorum demenin ötesine geçilmeli. Şirketler sivil toplum örgütlerine uzmanlık desteği vermeli. Bir sorunu sahiplenmeli herhangi bir şirket ve o sorunun çözümünde STÖ’nün uzmanlığını geliştirmesi için gerekli uzmanlık ve finansal desteklerini sunabilmeli. Şirket çalışanlarının STÖ’lerde çalışmasını özendirmeli. Haftanın belirli saatlerinde STÖ’de çalışan personel, bu süre zarfında izinli sayılmalı. Bunların sadece şirketin karını en fazlalaştırmak için araçsallaştırılmasından ziyade bu soruna kar motivasyonundan çok sosyal motivasyonla bakabilmeli. Devlet ile birlikte özel sektör, kurumsal sosyal sorumluluk, kurumsal sürdürülebilirlik, çalışan gönüllülüğü, teknik yardım programları gibi alanlarda el ele çalışabilmeli.

Kişiler düzeyine gelirsek. En başta da dediğimiz gibi, evrimci biyologlar işbirliği, dayanışma, kendinden çok başkasını düşünme güdülerinin insanlar arasında zaten içgüdüsel olarak var olduğunu gösterdi. Kişilerin siyasetten beklentileri bu yapıları oluşturması yönünde baskı yapmaları olmalı.

Gönüllülük ağlarıyla örülü toplumsal sermayesi güçlü ülkelerde insanlar arası ilişkiler daha başarılı, ekonomik büyüme daha sağlıklı. Dahası gönüllü çalışmaların gerçekleştiği sivil toplum örgütlerinin istihdam oluşturmada katkısı da yadsınmamalı. Bugün İngiltere’de STÖ’lerin istihdama katkısı yüzde 8 iken, ülkemizde bu oran 10 binde 1. Bu noktaları birleştirdiğimiz anda gönüllülüğün yalnızca gönüllülük olmadığını, modern devlet ve dayandığı toplumların tutkalı olduğunu, bizim ise bu yolda daha yürümemiz gereken ne kadar uzun bir yolun bulunduğunu görürüz. Bu yolu yürümeye başlamak ve gerekli paydaşları da yürütmeye çalışmak, anlamlı yaşam için zorlu ama en zorunlu çabaların başında. Başlama noktası da neresi mi? Bulunduğumuz yer.

Bu yazı, Sosyal Garaj Dönüşüm Öncüsü Abdullah OSKAY tarafından yazılmıştır. 

Yorumlar

Bu makaleye henüz yorum yapılmamıştır.

Yorum Ekle

Sosyal Garaj Dünya'nın Tüm Seslerine ve Renklerine Açıktır

Tüm Soru Görüş ve Önerileriniz İçin Bize Ulaşabilirsiniz.
Bize Ulaşın