Göçlerden Ne Öğrenebiliriz?

Göçlerden Ne Öğrenebiliriz?

Üzerinde herkesin hemfikir olacağı bir konu dünyada kapitalist sistemin en ücra köşelere kadar hakim olduğudur. Kapitalist sistem; dört özgürlük adı verilen “malların, hizmetlerin, sermayenin ve insanların serbest dolaşımıyla” pazarların en ideal şekilde işleyeceği tezi üzerine kuruludur. Devletlerin çok büyük bir kısmı malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımında önemli ilerlemelere izin vermiş, insanların serbest dolaşımı ise daha kısıtlı olmuştur. Malların, hizmetlerin, sermayenin bu kadar serbest dolaştığı günümüz dünyasında, politikanın ana eksenini ilginç bir şekilde insan hareketliliği olan göçler ve buna tepkiler oluşturmaktadır. Bu bölüm anlamlı yaşamı arayan okura, göçlerden ne öğrenilebileceğini aktaracaktır.

Dünya bugün 2. Dünya Savaşında yenilen kana dayalı ırkçılığın yerini kültürel ırkçılıkla değiştirmiştir. Günümüzde bu kültürel ırkçılık, göçten kalkınma çalışmalarına kadar birçok alanda egemendir. Ben kültürel ırkçılık pençesinin dışına çıkıp, sonda söyleyeceğimi başta söylemek istiyorum. “Göçe karşı değilim.”

Nedenlerine gelirsek. Öncelikle tarih boyunca göç, istisna değil, normdu. Tarihi Batılı bakış açısından öğrenmemizden dolayı, göçe ilişkin algılarımız da Batılı oluyor. Bu bakış açısından göçler, barbarların Roma İmparatorluğu’nun yıkılışına neden olması gibi kötülüklerle anılıyor. Batılıların gözünde Batı Medeniyeti, barbarların altarında doğranan bir medeniyet. Bunun sonucunda Batı’da göçe karşı bir duruş tarihsel olarak oluşmuş durumda. Batılı bakış açısı, dünya tarihindeki göçün üzerinde Batı etkisini görmezden gelmeye de eğilimli. Şimdi evrensel bir gözden göçe bakalım.

Tarih kısmında kapsamlıca anlatmıştım ama yine anlatmakta beis görmediğim bir konu var. Tarihte avcılık-toplayıcılıktan yerleşik tarıma geçiş bir anda olmamıştır. Yerleşik hayata geçişle birlikte tarım toplumları avcı-toplayıcıların hilafına büyümüştür. Tarım toplumlarının yanında ise pastoral göçebeler yaşamaya başlamıştır. Hareketli göçebeler ile yerleşik toplumlar arasındaki ilişki oldukça karmaşık olmuştur. Bunların arasında önemli ölçüde ticaret yapılmıştır. Bununla birlikte, göçebe toplumların yerleşik tarım toplumlarına karşı avantajları vardır. Bu avantajlarının başında ticaret yollarına ve yerleşik toplumlara saldırılar düzenleyebilmesi gelir. Yerleşik toplumlar, imparatorluk geleneklerine sahip olsalar da, biraz da tepeden bakarak bu göçebelere haraçlar vermiş, vakanüvislerin tarih yazımlarında ise bu haraçlar, hediye olarak yazılmıştır. Tarımsal verimliliklerin düşmesi gibi nedenlerle bu haracı veremedikleri dönemlerde ise, tarıma dayalı uygarlıklar göçebelerin saldırılarına uğramış ve yıkılmışlardır. Özellikle Orta Asya’dan tüm dünyaya yayılan göçebe istilaları buna örnektir. Orta Asya tarih boyunca tulumba gibi çalışarak Çin’e, Hindistan’a, İran’a, Mısır’a, Avrupa’ya insan sağlamıştır. Göçebelerin devlet altyapıları olmadığı için, göçebe fatihler fethettikleri toplumların devlet altyapılarını ve hatta dillerini kullanmışlardır. Göçebe Türklerin, Bizans’ın devlet altyapısını kullanması bunun bir örneğidir. İlber Ortaylı’nın Osmanlı’ya Üçüncü Roma demesinin bir sebebi budur.

Göçün tarihte istisna değil norm olmasının bir nedeni de, kes-yak şeklinde olan tarım uygulamalarıdır. Bugün toprağa kimyasal gübreler vererek sınırsızca ürün alabileceğimizi düşünüyoruz. Aslında modern tarım veya yeşil devrim dediğimiz, hidrokarbonların yeraltından çıkarılıp işlenip kimyasal gübre olarak toprağa gömülmesi. Halbuki tarihte gübreye bağımlılık o kadar yüksekti ki, bir noktadan sonra işlenen toprak verim vermeyi bırakıyor, insanlar başka yerleri açarak tarla olarak kullanıyordu. Dolayısıyla sürekli göç etmeleri gerekiyordu.

Göçün 1500 yılından önceki tarihteki görünümü buydu. 1500 yılından sonra göç, Avrupa kaynaklı sebeplerle bambaşka biçimlere büründü. Önce Avrupa’dan yeni dünya olarak isimlerinden Amerika kıtasının orta ve güney kısımlarına yoğun göçler oldu. Jareed Diamond’ın belgeseli de bulunan Tüfek, Mikrop ve Çelik isimli kitabında anlatıldığı gibi, buralardaki eski imparatorluklar tuzla buz edildi, halklar yerlerinden edildi, sürüldü, göç ettirildi, öldü, plantasyonlarda çalışmaya zorlandı. Boşalan alanlara Avrupa’dan da önemli bir göç dalgası yaşandı. Ayrıca, Amerika’daki yerli halkların direnişini kırmak için plantasyonlara yoğun bir şekilde Afrika’dan köle getirildi. Bu plantasyonlar, birçok şekilde günümüzde hala etkileri olan yapılar ortaya çıkardı. Örneğin Seylan’daki çay plantasyonları için Hindistan’dan götürülen plantasyon işçileri bugünkü ayrılıkçı Tamil gerillarının dedeleridir. Meksika’daki Zapatista gerilları da bu dönemden kalma eşitsizliklerin ürettiği bir gerilla hareketidir. Bu dönemde köle ticareti, yatırıma geri dönüş oranları yılda %26’ları bulacak şekilde oldukça karlı işler olmuştu.

Kapitalizmin dünya çapında 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren iyice palazlanmasıyla birlikte dünya göçle ilgili ikinci bir döneme girdi. Bu dönemde ulaşım ve nakliyede önemli ilerlemeler sağlandı. Pamukta ABD, Hindistan ve Mısır gibi ülkelerde, tahılda ise ABD ve Rusya’da önemli atılımlar oldu. Bunun Avrupa’ya yansıması ise Avrupa’daki tarımın önemli oranda çökmesi olarak gerçekleşti. 1820’den sonraki yüz yıl içinde Avrupa’dan 50 milyon kişi dünyanın farklı yerlerine göçtü. Bu göçler olmasaydı, dünya tarihi bambaşka bir yol izlerdi. Bu göçlerle birlikte Avustralya, Yeni Zelanda, Brezilya, Güney Afrika ve ABD önemli dönüşümler yaşadı. ABD’nin dünyanın süper gücü olma yolundaki kilometre taşları döşendi. Bu dönemde emperyal yayılmanın Asya ve Afrika’da da önemli etkileri oldu. Birçok halk, işgücü rezervleri olarak kullanıldı. Tek ürüne bağımlı plantasyon ekonomilerinin yarattığı istikrarsızlık doğrultusunda halklar oradan oraya savrulup durdu.

Plantasyon ekonomilerinin yanı sıra göçe kapitalist döngülerden de bakılması gerekli. Kapitalizm, kar üzerine kurulu bir sistemdir. Belirli büyüme dönemlerini duraklama, hatta bazen de küçülmeler takip eder. Bu dalgalanmalarda kapitalistler, işgücünün bir kısmını stokta tutarak rezerv olarak kullanır. Akdeniz havzasının Avrupa için 2. Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik büyüme döneminde işgücü rezervi olarak kullanılması buna örnektir. Ülkemizden giden “Alamancılar” işte bu işgücü rezervlerindeki stoklardan biridir.

Gelelim Soğuk Savaşın sona erdiği 1990’lar sonrasına. Liberalizm hakimiyetini ilan etmiş, “Tarihin Sonu” tezleri savunulmuş, devletlerin güvenliğe dayalı politikalarının yerini ekonomi odaklı politikalar almıştır. Kapitalizm ucuz enerjiye dayalı 2. Dünya Savaşı sonrasına benzer bir büyüme yaşamadıysa da, bilgi çağı denilen ve dot.com büyümesi adı verilen bir büyüme yaşamıştır. Bu çağda bilgi, yeni çağın petrolü olarak isimlendirilmeye başlamıştır.

Bu dönemde eskiden ulus içinde yer alan emek piyasasının farklı kesimleri ayrışmaya başladı. İşçi aristokrasisi denilen beyaz yakanın en üst kısmı uluslararası kapitalist sistemin hızla içine çekildi. Bugün bu kısmın uluslararası hareketliliği ve göçüne büyük oranda şahit olunmakta. “Yer değiştirmeyene ekmek yok.” bu sınıfın mottosu oldu. Gelişmiş ülkeler veya kapitalist öncüler, “seçici göç” politikalarını benimsedi, bu kaymak tabaka emekçileri kendilerine çekebilmek için elinden geleni yapmaya başladı. Kapitalizmin faktörleri kutuplaştıran doğası, faktörlerden birisi olan işçileri de yoğun bir kutuplaştırmaya itti. Daha doğrusu bu işçileri kapitalist kutuplara çekti.

Soğuk Savaş sonrası göçlerin bir diğer unsuru ise niteliksiz emeğe ilişkindir. Bu kesimin durumu Soğuk Savaş sonrasında kötüye gitti. Soğuk Savaş döneminde devletlerin güvenlik politikaları nükleer silahlar gibi konularda cereyan etti. Nükleer silahların tarihe en büyük etkisi savaşın üçüncü dünyaya transferi oldu. Soğuk Savaşın bitmesi ile birlikte kalın duvarlarla örülü devlet sınırlarının yerini daha geçirgen bir yapı aldı, kimlik politikaları gibi politikalar öncelenmeye başladı, kimlik politikalarının getirdiği ülke içi çatışmalar gelişmiş ülkelerin silah sanayilerini besledi. Savaşın kitleselliğinin giderek arttığı bir çağda savunmasız halkların göçleri yaygınlaştı. İşte bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı Suriye’den gelen göç dalgası tam olarak budur.

Göçlerin günümüzdeki doğasıyla ilgili bu iki olguyu anlamak önem taşımaktadır. Liberalizmin mal, sermaye, hizmet ve emeğin serbest dolaşımına ilişkin en zayıf halkasını ise bu işçi aristokrasisinin hareketliliğine rağmen emek oluşturmaya devam etmektedir.

Peki göçle ilgili anlamlı yaşamı arayan yazar ne yapmalı?

Bugün birçok sosyal medya platformunda ülkemizden yurtdışına göçmüş kişilerin grupları/sayfaları bulunmaktadır. Yurtdışında da yaşamış birisi olarak bu gruplara/sayfalara girdiğimde gördüğüm en önemli husus, bu kişilerin doğdukları/yetiştikleri kültürü aşağılayıcı oluşu. Tabi bu kişilerin kendilerini ifade becerileri yüksek, eğitimli kişiler olduklarını belirtmeden geçmemek lazım. İşçi aristokrasisi veya kaymağın kaymağı dediğimiz grupta yer alanlar çoğunlukta. Bu gruplardakilerin bir kısmının ise yüreklerinin hala ülkeleri için çarptığını belirtmeden geçmemek lazım.

Beyin göçünde gönlümüz ikinci gruptakilerden yana olmalı. Yüzbinlerce yıl Avrasya coğrafyasındaki fikir, inanç ve teknik akışkanlıkların hızlandırılmış bir çağına şahit oluyor çağımız. Bugün eskisinden farklı olarak aslolanın yurtdışını deneyimlemek, para kazanmak, bilgiyi, görgüyü, tekniği benimseyip ülkene, içinde yetiştiğin topluma/kültüre aktarmaya çalışmak gerekli. Bu amaçla gerçekleşmeyen bir beyin göçü, kişiye maddi bir refah sağlıyor gibi görünse de, aslında kişiyi gittiği toplumda her zaman bir yabancı gibi hissettiriyor. Bu yabancılık hissi ya uyum sağlayamamaya yada uyum sağlama çabasıyla eski kimliğinden kaçarcasına uzaklaşmaya yol açıyor. Kimlik çalışmalarının da onca çalışmayla ispatladığını eskiler ne de güzel özetliyor: “Muhtedi olanlar, en koyu Müslümanlardır.” Meali, İslam’a sonradan dönenler, en koyu Müslümanlardır. Bu içsel açmazlar yerine, amaca bağlı hareketliliklerin önemli olduğunu düşünüyorum.

Niteliksiz emek göçü ile ilgili olarak ise ikili bir mücadele platformu gerekli. Birincisi az gelişmiş ülkelerdeki kimlik siyasetlerinin “Kimin çıkarına?” sorusunu sorarak kimlerin işine geldiğini anlamamız ve bu yapıların ipliğini pazara çıkarıp entelektüel duruşumuzu direniş bağlamında sergilememiz gerekli. Diğer bir konu ise, bu göçmenlerin gittikleri ülkelerin kültürlerine uyumunu sağlamak için dil kursları, kültür etkinlikleri, ücretsiz yemek dağıtım girişimleri gibi dayanışma ağlarının da inşa edilmesinin bulunduğu topluma yabancılaşmamış göçmenler olması açısından gerekli.

Göç tarihte istisna değil, normdu. İlk başta kölelik, sonrasında rezerv işçi havzaları, en sonunda da işçi aristokrasisinin hareketliliği ve askeri sanayi ile desteklenen kimlik politikaları ile kapitalist sistem göçlerin niteliğini önemli ölçüde değiştirdi. Kapitalist sistemin şu anda ihtiyaç duyduğu göç şekli beyin göçü. Beyin göçü dediğimiz işçi aristokrasinin hareketliliği, doğulan kültüre karşı belirli yükümlülüklerle makul olabilir. Nükleer silahların savaşı büyük devletler arasında imkansız kılması gibi nedenlerle savaşın üçüncü dünyaya taşınması ve buralarda oluşan kimlik çatışmaları, iç savaşlara ve niteliksiz göçlere neden olmaktadır. Bu iç savaşların neticesinde yerinden edilmiş göçmenlerin de gittikleri toplumlara farklı dayanışma ve uyum etkinlikleri ile uyum sağlamaları gereklidir.

 Bu yazı, Sosyal Garaj Dönüşüm Öncüsü Abdullah OSKAY tarafından yazılmıştır. 

Yorumlar

Bu makaleye henüz yorum yapılmamıştır.

Yorum Ekle

Sosyal Garaj Dünya'nın Tüm Seslerine ve Renklerine Açıktır

Tüm Soru Görüş ve Önerileriniz İçin Bize Ulaşabilirsiniz.
Bize Ulaşın